Bir Sanat Militanı... Muhsin Ertuğrul
“Doğduğumuzda ağlarız Çünkü bu büyük maskaralar sahnesine çıkarız…”
“Doğduğumuzda ağlarız
Çünkü bu büyük maskaralar sahnesine çıkarız…”
1564-1616 yılları arasında, bu dünyayı şereflendiren İngiliz şair, oyun yazarı William Shakespeare, tiyatro kadrajına yön veren eserlerinden biri olan “Kral Lear”de böyle seslenir. Ve 4.5 milyar yıllık dünya yaşının yamacında, sadece 300 bin yıllık tarihiyle varlığını sürdürmekte olan biz insan yavruları, Shakespeare’in günümüzde de dillere pelesenk olan şu cümlesiyle ‘maskaralar sahnesi’ndeki mesaimizi tamam eder gibiyiz: “Dünya büyük bir tiyatro sahnesi gibidir. Herkes rolünü oynar ve rolü bitince de bu sahneyi terk eder.”
Bu aralar, gündemin yoğunluğu ve yorgunluğunun arasında -Baudelaire’in flâneur’ü olmak zor belki ama- eğer yolunuz Harbiye’de Darülbedayi Caddesi’ne düşerse, vaktiyle pek çok ilklere sahne olan İstanbul Şehir Tiyatroları Muhsin Ertuğrul Sahnesi’ne de uğramayı es geçmeyin; zira orada, yeni sezonun oyun takviminden hariç,1914’ten bugüne Türkiye Tiyatrosu tarihinden izler bulacaksınız. Agnostik zamanlardan geçiyoruz, o sebeple gelecekte bu adresi yerinde görebilir miyiz, işte bu bir muamma! Mademki kelamın girizgâhını tiyatronun üstadından ve onun deyimiyle faniliğin bize biçtiği rollerden verdik, tam da şimdi burada temizinden bir hatırlatma notu iyi gider gibi. Pandemiyle birlikte tiyatro da yeni dünya kodlamasından nasibini alanlardan. Çeşitli dönemlerde ‘tiyatro öldü’ nidalarına maruz bırakılan bu kadim sanat dalı, bizim beşeri halimizde hangi koordinatlara düşüyor ya da düşmeye devam edecek; bunu zamanın ruhu gösterecek ama temrin ettirmeden yazının sadedine geleyim istiyorum.
İlk tiyatro şenliğinin M.Ö. 534’te, Atina’da merhabasını vermesinden günümüze nice tiyatronun ‘iki kalas bir heves’ yaşam sahnesinde hayatı meale oturtma meramı devam ededursun, bizim coğrafyanın ‘kurumsal tiyatro’ya reveransıda Cumhuriyet Dönemi’nde, Türkiye’nin ilk ödenekli tiyatrosu Dârülbedâyi’nin adı İstanbul Şehir Tiyatrosu olarak değiştirilip, görevin başına da aslında bu yazının öznesi olan Muhsin Ertuğrul’un getirilmesiyle oluyor. Ve bizlerin payına düşen sanat serüveni de böylece başlamış oluyor.
“Ben, 28 Şubat 1892’de İstanbul’da doğmuşum. Eskiden Mercan İdadisi’nde öğrencilerin, yabancı dil olarak, Fransızca’dan gayri, dört azınlık dilinden birini de öğrenmek zorunluluğu vardı. Ben Rumca’yı seçtim. Etkisiyle olacak 1908’de Atina'yı gördüm. 1909’da tiyatroya girdim, 1911 ve 1913’te iki kez Paris’e gittim. 1917’de Berlin’deydim. 1922’de Viyana’yı, 1924’te Stockholm’ü, 1925’te Moskova’yı, 1927’de Amerika’yı, 1934’te Roma’yı, Londra’yı, 1960’da tekrar Amerika’yı, 1967’de İspanya’yı tanıdım.Bu yolculukların amacı buraların tiyatrolarını görmekti...” 1975 basımlı, (Yankı Yayınları) “İnsan ve Tiyatro Üzerine Gördüklerim” adlı otobiyografi kitabında böyle diyor Muhsin Ertuğrul.
İlklerin adamı…
“1900’lerin başında İstanbul kahvehanelerinde meddahlar, hayalbazlar; derme çatma sahnelerde ateş yutanlar, curcunabazlar, zorbazlar vardı. Direklerarası’nda Madam Eftelya, Şamran Hanım, komik-i şehir Naşit sahne alıyor, Mınakyan’ın tiyatrosu dolup dolup boşalıyordu. İstanbul’un bir kazan gibi kaynadığı, büyük değişimlere, altüst oluşlara hazırlandığı yıllardı. Çocukluğundan itibaren kendini tiyatronun büyülü dünyasında bulan Muhsin Ertuğrul, bu sanatın toplum için kurtarıcı olduğuna inandı. Ömrü boyunca türlü önyargılarla savaşan Ertuğrul, tiyatro okulları kurmakla, Türk tiyatrosunu dramaturgi kavramıyla tanıştırmakla kalmadı, Müslüman kadınların perdede, sahnede görünmesine de önayak oldu. Tiyatroyu Anadolu’nun en ücra köşelerine taşıyan bir sanat militanıydı o.”
Yazar Ayşegül Çelik’in (Can Yayınları / 2013 basımlı) “Ölmeyi Bilen Adam” adlı kitabı “Türkiye tiyatrosu ve sinemasında ilklerin adamı” olarak tanımlanan, çağdaş Türkiye tiyatrosunun kurucusu Ertuğrul’un yaşamıyla ilgili, fona da dönemi fotoğrafını koyan muazzam bir okuma sunuyor.
Hariciye Nezareti memurlarından Hüseyin Hüsnü Bey ile Alman asıllı Fatma Dilruh Hanım'ın altı çocuğunun en küçüğü olarak 1892’de dünyaya gelen Ertuğrul’un, 1979’da, Ege Üniversitesi’nce fahri doktor unvanını almak ve sanat yaşamının 70. yıl kutlamalarına katılmak üzere gittiği İzmir’de kalp krizi sonucu hayata veda edene kadar yaşamına sığdırdığı; ‘sanata adanmış bir hayat’. Fakat bu hayat bir ülkeyi ve o ülkenin sanatını değiştiriyor, hatta öyle ki sonraki neslin algılayışını etkileyecek kadar büyülü.
Ertuğrul’un tiyatro sevdası, babasıyla birlikte izlediği meddah, Karagöz, ortaoyunu temsilleriyle başlıyor. Sahneye ilk adımını atışı ise Burhanettin (Tepsi) Kumpanyası’nın Erenköy’de sahnelediği “Sherlock Holmes”taki ‘Bop’ rolüyle oluyor. Sene 1910. Odeon Tiyatrosu’nda “Sahne-i Milliye-i Osmani” adı altında sahneledikleri “Dreyfüs”, “Othello” ve “Gülnihal” gibi oyunlarda roller alan Ertuğrul, ailesi oyuncu olmasına karşı çıktığı için baba evinden ayrılıyor. İhtimal bu seçim onun hayatında başka parantezleri açıyor, ki 1911’de, Vahram Papazyan ve İstanbul’a gelen Fransız topluluklarının etkisiyle Paris’e gidiyor, 1912’de İstanbul’a döndüğünde bir topluluk oluşturarak (Türkiye'de ilk kez) “Hamlet”i sahneliyor. Bu ilklerin devamı peşi sıra gelmeye devam ediyor. Fakat sanmayın ki Ertuğrul, o dönem itibariyle her yaptığıyla kabul ve destek görüyor. Yoğun eleştiriler ve anlaşılamamasına rağmen, bildiğinden yılmadan kendi hayat hikayesini yaşarken o, aslında bir çağa ve döneme de adını büyük harflerle yazıyor.
Ezcümle, “Ben tiyatroyu seviyorum; çünkü çıplak hakikatten kaçınıp sığınabileceğimiz tek yer orası. Çünkü tiyatro oynamak hayatın gündelik ve çıplak uysallığına karşı en görünür bir isyandır” diyen Ertuğrul, belki de İrlandalı oyun yazarı Samuel Beckett’in, “Hepimiz deli doğuyoruz. Bazılarımız böyle kalıyor” cümlesindeki deli kalmayı başaranlardan biri. Ve böylece, bir dünya yaratmakla kalmayıp peşinden bir güruh da sürükleyebildi. Kim bilir!
Yorumlar