Küresel düzende yeni arayışlar

ABD Başkanı Trump ile Çin Devlet Başkanı Cinping’in buluşması, iki ülke ilişkileri açısından taşıdığı önemin ötesinde, dünya genelinde etkileri merakla beklenen bir gelişmeydi.

ABD Başkanı Donald Trump ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping’in buluşması, iki ülke ilişkileri açısından taşıdığı önemin ötesinde, dünyanın dört bir yanında etkileri merakla beklenen bir gelişmeydi. Görüşme öncesi ve esnasında ‘askeri alanda’ tanık olunan hareketliliğin, görüşmenin seyrinde belirleyici olduğu anlaşılıyor.

İki liderin görüşmesi, Başkan Trump’ın seçim kampanyası sürecinde Çin’i de hedef alan ve özellikle iki ülke arasındaki ticari açığa gönderme yapan söyleminin yol açacağı yeni politikaların uygulama alanı bulup bulmamasıyla veya nükleer füze denemeleriyle gündemi belirlemeye çalışan Kuzey Kore’nin ‘pasifize’ edilip edilmesmesi konularıyla sınırlı değildi. Aksine, adına ‘küresel düzen’ denilen yapıda meydana gelen belirsizliklerin aşılabilmesi veya bir başka döneme geçişin izlerini, en azından potansiyel olarak taşıyor olmasıyla dikkat çekiciydi. Küresel ölçekte muhtemel bir yeni dönemin başlangıcının ABD ve Çin arasında ‘güven’ tesisine bağlı olduğuna kuşku yok.

Bu geçiş, ya ABD ve Çin arasında muhtemel bir çıkar ilişkisi üzerinden yürütülecek veya anlaşmanın hasıl olmaması halinde doğacak kaos ortamında muhtelif işlevsel yapılarla süreç ‘idare edilmeye’ çalışılacak. Trump, tam da bu nedenle Cinping'le yapacağı görüşmenin “gerçekten çok zor bir görüşme” olacağı yorumunu yapmıştı. Ardından New York Times da, “en önemli görüşme” ifadesiyle söz konusu buluşmaya atıfta bulunmuştu. Trump yönetimi, bu zor görüşme sırasında, “güce başvurarak” Çin’e sembolik bir mesaj verirken, ABD ticaret açığının kapatılması ve Kuzey Kore’nin nükleer tehdidine son verilmesi için de Çin’e süre vermekten geri durmadı.

SURİYE ÜZERİNDEN KUZEY KORE MESAJI

Trump-Cinping görüşmesi öncesinde iki olay dikkat çekti. İlki, Çin hava kuvvetlerine ait bir uçağın Güney Çin Denizi’ndeki yapay adalardan birinde varlığının tespit edilmesi, ikincisi de, Kuzey Kore’nin yeni bir füze denemesi gerçekleştirmesiydi. Çin’in Paracel Adaları çevresinde inşa ettiği yapay adacıklar üzerindeki askeri ve sivil yapılanmasının varlığı zaten biliniyor. Ancak ilk kez bir askeri savaş uçağının varlığı tespit edildi. Kuzey Kore ise bu yıl boyunca özellikle önemli görüşmeler arifesinde yaptığı tehditvari füze denemelerine bir yenisini daha ekledi. Hem de ABD’li yetkililerin “artık sabrımız taştı” açıklamalarına rağmen. Bu iki husus, hiç kuşku yok ki ABD tarafından ciddiye alınacak gelişmelerdi.

Öte yandan, görüşme esnasında Esed rejiminin kimyasal silah kullanması üzerine Trump, ani bir kararla Suriye'de bir hava üssüne saldırı emri verdi. Bu gelişmenin iki lider arasındaki görüşmeleri gölgelediği gibi bir yaklaşım sergilense de, verilen mesajın doğrudan hedefinde Kuzey Kore bulunuyor. Trump’ın Suriye rejimine yönelik füze saldırısı emri, Kuzey Kore rejiminin belki de bugüne kadar ayakta kalmasında yegâne sebep olan Çin’e bir tür hatırlatma olduğu da ortada. Öyle ki, Trump’ın geçen hafta Financial Times’a verdiği mülakatta, “Çin’in harekete geçmemesi halinde, ABD tek başına Kuzey Kore sorununu çözecek” cümlesini, herhalde taraflar, Suriye rejimine yönelik süpriz saldırı sonrasında biraz daha ciddiye alacaklardır. İşaret edilen askeri teşebbüsler, tarafların askeri kararlılıklarıyla gündeme damga vurmak istediklerinin bir göstergesi.

Trump’ın Cinping ile görüşmesi sırasında aldığı saldırı kararının görüşmelerin seyrini belirlemeye matuf bir yanı da var. Trump, ABD’nin her an bir ‘girişimde’ bulunabileceğinin sinyalini açık seçik ortaya koymuş oldu. Tabii ki bu mesaj, geçen ocak ve mart aylarında Savunma Bakanı James Mattis ve Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın bölgeyi ziyaretleri sırasında Kuzey Kore’nin füze ve nükleer denemelerinde sınır tanımamaya devam etmesi halinde sıcak bir gelişmeye kapı aralanacağı yolundaki görüşlerini de destekliyor.

ABD'NİN ULUSAL GÜVENLİK ALGISI

Yakın geçmişte yaşananlardan hareketle bakıldığında, Kuzey Kore’nin giderek ciddi bir tehdit halini alması karşısında ABD yönetiminin sessiz kalmasını beklemek mümkün değil. ABD'nin bölgeye ilişkin yaklaşımı, sadece Trump yönetiminin savunma ve dışişleri bakanlarının işaret edilen ziyaretleri sırasında sergiledikleri ‘artık sabrımız taştı’ ve ‘Kuzey Kore’ye güç kullanımı seçeneği masada” minvalindeki söylemlerinden ibaret değil. Soğuk Savaş sürecinde ve sonrasında bütün bir yirminci yüzyıl boyunca ABD’nin küresel hegemonyasına meydan okuma anlamı taşıyacak dünyanın çeşitli bölgelerindeki gelişmelere doğrudan müdahalesi, ABD’nin Kuzey Kore tehdidine karşı artık ‘barışçıl’ yöntemleri gündemde tutmakla yetinmeyeceğinin kanıtı. Eisenhower’la başlayan Vietnam serüveni, George Bush’un (baba Bush) Irak saldırısı, George W. Bush’un (oğul Bush) ‘önleyici saldırı’ doktrini çerçevesinde Irak’a ikinci müdahalesi hafızalarda hala tazeliğini koruyor.

Kuzey Kore’nin son füze denemesinin, ABD yönetiminin kararında tetikleyici bir etki yaptığı son derece açık. Bu yılın başından itibaren önemli görüşmeler öncesinde Kuzey Kore yönetiminin ‘süper güçlere’ nazire yaparcasına füze denemelerine devam etmesi, geri adım atmayacağının da habercisiydi.

Öte yandan, daha geniş bir perspektiften bakıldığında ABD yönetiminin, bir yandan Ortadoğu’daki, öte yandan Doğu Asya’daki gelişmeler karşısında ‘kullanışlı’ olacağı anlaşılan acil saldırı kararını yürürlüğe koyduğunu söylemek de mümkün. Trump’ın bu son dakika füze saldırısı kararı Asya-Pasifik bağlamı içerisinde değerlendirildiğinde, Çin yönetimine ABD’nin tek güç olduğunu hatırlatmak kadar, benzer bir gelişmeyi dünyanın farklı bir yerinde, örneğin Kore Yarımadası’nda da yapabileceğini gösteriyor. Bu noktada, Cinping’le görüşmenin akabinde Singapur’daki ABD donanmasının Kore Yarımadası’na doğru yola çıkmış olması da, Trump yönetiminin ne kadar hızlı hareket edebildiğini gösteriyor. Üstüne üstlük, koltuğa oturduğu günden bu yana, hem ulusal hem de uluslararası arenada tepkilere maruz kalan Trump’ın bu son hamlesinin epeyce ‘takdir’ toplaması da kazanç hanesine eklenecek bir gelişme.

ASYA-PASİFİK'TE KARARLILIK

ABD savunma ve dışişleri bakanlarının ziyaretleri sırasında, Kuzey Kore’nin agresif yaklaşımları ve Çin yönetiminin Güney Çin Denizi’ndeki yayılmacı politikasına karşı ortaya koydukları söylem ve duruş, ABD’nin Asya-Pasifik bölgesine yönelik kararlılık ve eylem noktasında giderek daha da netleşmekte olduğunu ortaya koyuyor. Bu çerçevede 20 Kasım seçimleri sonrasında ABD’nin içe kapanıp, Asya-Pasifik’ten çekileceği algısının bir yanılsama olduğu böylece giderek belirginlik kazanıyor. Kaldı ki, Singapur’un kurucu başbakanı Lee Kuan Yew’ın yıllar öncesinde dile getirdiği, “Asya-Pasifik bölgesi ABD için öylesine önemli ki, buranın kaybedilmesi küresel hakimiyetin kaybedilmesi anlamına gelir” görüşü bir kez daha doğrulanmış oluyor.

Çin yönetiminin, özellikle 2010 yılından itibaren Japonya, Vietnam ve Filipinler başta olmak üzere bölge ülkelerini şu veya bu şekilde doğrudan karşısına almak suretiyle, Doğu ve Güney Çin Denizi’ndeki yayılmacılığına, askeri ve sivil olarak egemenliğini pekiştirecek teşebbüslerine daha ne kadar devam edebileceği tartışmalı hale gelmeye başladı. Öyle ki Mark Landler’in Obama dönemini konu alan eserinde konuyla ilgili olarak yer verdiği dönemin Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un bir açıklaması bugün somut bir hâl almış durumda. Clinton’ın, 2010 yılında Hanoi’deki Asya zirvesinde yaptığı konuşmada, “Amerika Birleşik Devletleri denizlerde serbest dolaşım hakkını, Asya deniz ticareti ulaşım özgürlüğünü ve Güney Çin Denizi’nde uluslararası yasalara saygıyı ulusal bir mesele olarak görmektedir” yaklaşımı, bugün Trump yönetiminin göstermeye başladığı kararlılıkla pekişirken, bir anlamda ABD yönetiminde devamlılık olgusunu da ortaya koyuyor.

ÇİN NASIL KARŞILIK VERECEK?

Bu gelişmeler karşısında Çin’in ABD’ye doğrudan meydan okuması beklenmiyor. Aksine, Çin'in, ABD’yi doğrudan karşısına alması halinde kaybedecek çok şeyi var. Bu anlamda, Şi Cinping’in Trump’la “Kuzey Kore’nin nükleer denemelerde çok ciddi bir safhaya” geldiği konusunda hemfikir olması önemliydi. Bununla birlikte, önümüzdeki dönemde Çin’in, özellikle Kuzey Kore konusunda nasıl bir politika izleyeceği konusu belirsizliğini korusa da, ABD’nin görüşmeden sadece bir gün sonra bir başka hamle ile, Singapur’daki deniz kuvvetlerine bağlı bir donanmasını Kore Yarımadası’na yöneltmesi Çin yönetiminin karar sürecini hızlandırma talebini de içeriyor.

Öte yandan, Amerikan dış ticaret açığının önemli bir bölümünün Çin’le ticaretinden kaynaklanması bu ülkeyle ticari ilişkilerin yeniden ele alınmasını gerektirdiği açık. Öyle ki Trump’ın, Amerikan şirketlerinin ülke içi yatırımlara yönelmeleri şeklinde açıklanan içe kapanma politikasında ısrarcı olması, ABD-Çin ticaretinde yeni arayışları gündeme getiriyor. Çin yönetiminin, iki ülke arasında ticaret savaşlarını başlatma sinyali yerine, ABD’nin talebi üzerine ticareti yeniden düzenleyecek bazı kararlar almaya niyetli olduğu anlaşılıyor. Kimsenin ağzına dahi almak istemediği ‘ticaret savaşları’ yerine, örneğin cuma günkü görüşmede Şi Cinping'in ABD’ye daha çok yatırım yapma ve daha çok Amerikan malı ithal etme vaadinde bulunması bir çözüm arayışı olarak değerlendirmek mümkün.

Çin yönetimi hiç kuşku yok ki bir karar aşamasında. Çin’in, füze ve nükleer denemelerine devam eden Kuzey Kore yönetimine sahip çıkmaya devam etmesi, hem bölge hem de uluslararası kamuoyu nezdinde Çin’e yönelik tepkileri arttıracak. Kore Yarımadası’nda meydana gelecek sıcak çatışma aynı zamanda Kuzey Kore’de bir rejim değişikliğini de beraberinde getirecektir. Çin yönetimi, bir yandan Güney Kore’ye yerleştirilmesine karar verilen füze savunma sistemlerine (THAAD) karşı gelirken, böylesi bir sıcak gelişmede ulusal güvenliğinde önemli bir yeri bulunan Kuzey Kore’nin tampon bölge olması özelliğini yitirmesine nasıl bir stratejik karşılık vereceği de önemli.