Hollanda'da yasaklar dönemi

15 Mart'ta yapılan seçimlerde aşırı sağcı lider Wilders’in partisinin birinci parti olarak çıkmaması sevindirici bir durum olsa da bu partinin söylemlerini kullanan Liberal Parti seçimlerin galibi olmuştur...

Hollanda seçimleriyle alakalı tartışmalar sürüp giderken Türkiye ve Hollanda arasında beliren siyasi kriz, meselenin artık sadece bir seçimden ibaret kalmayacağını, diplomatik düzeydeki sert kırılmaların uzun vadede hemen her alanda tahripkâr etkilerinin görüleceği yeni bir döneme adım atıldığını göstermektedir. Bu çerçevede Hollanda’daki ve belki de bütün Avrupa’daki Türkler açısından çok sıkıntılı geçecek bir dönemin kapısı aralanmış bulunuyor. Pek çok gözlemcinin ifadesiyle Hollanda ve Avrupa’da artık işler eskisi gibi gitmeyecektir.

15 Mart'ta yapılan seçimlerde aşırı sağcı lider Wilders’in partisinin birinci parti olarak çıkmaması sevindirici bir durum olsa da bu partinin söylemlerini kullanan Liberal Parti seçimlerin galibi olmuştur. Bu seçimlerin ardından siyasi ve toplumsal düzeyde ne tür eğilimlerin belireceği, bunların hangi istikametlere evrilebileceği, dinsel ve etnik kimlik özelinde devam eden tartışmaların hangi zeminlere taşınabileceği büyük bir merak konusu haline gelmiştir.

HOLLANDA'NIN BAKIŞI YA DA BAKAMAYIŞI

Hollandalı yetkililerin yaptıkları açıklamalara bakılacak olursa, Türkiye, bakanlarını zoraki bir biçimde Hollanda’ya göndermekle ya da göndermek istemekle iki ülke arasındaki krizi tetiklemiştir. Yetkililer Hollanda’da yaşayan Türklerin Türkiye’deki seçimlerin ya da referandumun konusu haline getirilmesini entegrasyonu tersine çeviren ve Türkleri Hollanda aidiyetinden uzaklaştıran bir çalışma olarak değerlendirmektedir. Uzun zamandır başta eğitime, iş pazarına ve siyasete katılım olarak tanımlanan entegrasyon son on yıllarda daha geniş bir anlamda ele alınmaya başlanmış ve mesele, Türklerin kendilerini Hollanda’ya ne kadar ait hissettikleri noktasına getirilmiştir. Kriz sonrası yapılan yorumlarda Rotterdam Türk konsolosluğu önünde toplanan ve Türk bayraklarını sallayan Türklerin, “Hollandalı Türk” olamayacakları, onların hala “Türk” kaldıkları vurgulanmıştır.

Bir başka mesele ise Hollanda’daki Türk toplumunda kutuplaşmanın artacağı yönündeki beklentidir. 15 Temmuz’dan sonra başlayan tartışmalarda genelde Avrupa’da özelde ise Hollanda’da Türk toplumu içinde gerilimler baş göstermiş, bu gerilimlerde Hollanda makamları bir kesimin şikâyetlerine binaen mağduriyet yaşandığı inancına kapılmıştır.

Görünürde bu iki durum krize yol açmıştır. “Görünürde” diyoruz, çünkü gerçekte Hollanda hükümeti ve kamuoyu, Türkiye’de yapılacak referandumda “hayır” diyecek tarafta yer almaktadır. Yapılan açıklama ve tartışmalarda bu tavır bazen ima yoluyla bazen de açıkça ortaya konmaktadır. Öteden beri yapılan “diktatör Erdoğan” suçlamaları dikkate alınacak olursa, Hollandalı siyasiler ve medya mensupları, referandumda sonuç “evet” çıkarsa, bunun "Erdoğan’ın diktatörlüğünün pekiştirilmesi" anlamına geleceğini iddia ediyorlar. Bu, onların neden Türk bakanların Hollanda’da “evet” oyları için kampanya yapmalarına müsaade etmediklerini de açıklayan bir tutumdur.

Bu görüşümüzü teyit eden bir başka husus, “hayır” oyu için propaganda yapan siyasi ya da sivil kişilerin Hollanda’ya girişlerinin engellenmemesi ve Türk vatandaşlarına konuşma yapmalarına hiçbir ses çıkartılmamasıdır.

KRİZİ DAVET EDEN DİL

Her iki ülke kendi açısından haklı olsa da krizi tırmandıran şey, açıklamalarda sert bir dil ve gerginlik siyasetinin katalizör olarak işlev görmesidir. Türkiye’de yetkililerin Hollandalı siyasileri “faşistlik” ve “Nazi kalıntıları” şeklinde itham etmesiyle, bu söyleme karşı Hollandalı siyasetçilerin “Burada patron biziz” şeklinde açıklamalar yapmaları ve Türkiye’nin kendine dönüp bakmasını salık vermeleri krizin kapısını aralamıştır.

Bu noktada galiba en makul tavrı, Hollanda muhalefetini temsil eden Yeşil Sol parti başkanı göstermiştir. O, başından beri krizi yaratan dili eleştirmiş ve bu krizin taraflara hiçbir yarar sağlamayacağını anlatmaya çalışmıştır.

Şimdi kriz sonrası bir değerlendirme yapacak olursak, ilk akla gelen soru şudur: Bu kriz ve gerginlik siyaseti kime yaramaktadır?

Her iki ülkede de önemli kararların alındığı bir süreçten geçildiğini dikkate alırsak, Hollanda’da aşırı sağ başta olmak üzere krizi iyi yönettiği imajını veren mevcut iktidarın Başbakanı ve partisi oylarını artırmıştır. Her ne kadar yetkililer ülkedeki seçim atmosferiyle bakanları engelleme arasında bir bağlantı olmadığını söyleseler de Başbakan Rutte bu gerginlik siyasetinin kendi işine yarayacağını öngörmüş ve iyi değerlendirmiştir. Bu kriz, kriz öncesi aşamada oy kaybına uğrayan Liberal Parti için can simidi olmuştur. İktidar ortağı İşçi Partisi büyük bir çöküş yaşarken, Liberal Parti birinci parti olarak kalmayı başarmıştır.

EN BÜYÜK MAĞDUR GÖÇMENLER

Seçimlerden sonra sağcı bir koalisyon kurulacağı dikkate alınırsa, bunun sonuçları özelde Türkler genelde tüm göçmenler açısından olumsuz olacaktır. Nitekim bunun ilk etkileri de görülmeye başlanmıştır. Krize eş zamanlı olarak Avrupa Mahkemesi’nden başörtüsü konusunda olumsuz bir karar çıkarken, Hollanda devleti dokuz İslam kuruluşuna mali denetim başlatmıştır. Kriz sonrası değerlendirmelerde Rotterdam’da toplanan kişilerin “Hollandalı Türk (!)” olmadıkları açıklanmıştır. Bu şekilde burada yaşayan Türkler, “Hollandalı Türkler” ve “Hollandalı olmayan Türkler” olarak kategorize edilmiştir.

Bu ayrımın ilerleyen günlerde hukuksal bir temele kavuşturulacağı da açıklanmıştır. Öteden beri (aşırı) sağ kesimlerin iddia ettiğine göre ülkeye sadakati sağlamının yolu çifte vatandaşlığın kaldırılmasından geçmektedir. Bu şu demektir: Yakın gelecekte çifte vatandaşlar iki pasaporttan birini tercih etmeye zorlanacaklar. Bunun doğal sonucu olarak Türk vatandaşlığını tercih eden pek çok insan, Hollanda’da “yabancı” konumuna gelecek ve yabancılar yasasına tabi olacaklar. Bu, somut olarak onların kamusal hayata girememeleri ve siyasal katılım haklarından mahrum kalmaları anlamına gelmektedir.

HUKUK DEVLETİ BASKI ALTINDA

Liberal Parti kadar olası ortakları da, seçim beyannamelerinin incelenmesinden anlaşılacağı üzere hukuk devleti ilkesine ve uluslararası anlaşmalara aykırı birçok önlemler önermektedirler. Hollandalı hukukçuların değerlendirmesine göre Liberal Parti'nin, hukuk devleti mantığı açısından kabul edilemeyecek önerileri arasında terör örgütlerine katılanların yargılanmadan Hollanda vatandaşlığından çıkarılması, uluslararası anlaşmaların Hollanda için bağlayıcı olmaktan çıkarılması, Hollanda’ya geri dönen çihatçıların doğrudan hapsedilmesi, siber suçlarda polisin yetkilerinin artırılması vb. önlemler yer almaktadır.

Hollandalı hukukçular seçim beyannameleri üzerine yaptıkları bir çalışmada hemen hemen her partinin hukuk devleti ilkesi ve uluslararası sözleşmelerle bağdaşmayan vaatlerde bulunduklarını tespit etmişlerdir. Bu vaatler Hollanda’nın yeni bir döneme girdiğini ve yasakçı bir zihniyetin ülkeye hâkim olacağını göstermektedir.

HOLLANDA'NIN İMAJI KÖTÜLEŞECEK

'Yeni Hollanda’nın toplumsal ve siyasal atmosferi, bugüne kadar oldukça liberal bir ortamda yetişmiş pek çok insanı sıkacak ve bu atmosferden en fazla etkilenecek olan göçmen kökenli gruplar başka alternatiflere yöneleceklerdir. Bu alternatiflerden birisi kendi ülkelerine geri dönüş yapmaktır. Hollanda’da Sosyal Kültürel Plan Büro’nun yayınladığı “Integratie in zicht?” (2015) adlı araştırma raporunda “Hep Türkiye’de kalmak istiyorum” diyen Türklerin oranı yüzde 43 civarında çıkmıştır. Bu geri dönüş akımı için önemli bir potansiyelin varlığına işaret etmektedir.

Aşırı sağcılaşma ve popülizm sadece göçmenler açısından değil, Hollanda’nın Avrupa ve dünyadaki konumu açısından da sıkıntı yaratacak niteliktedir. Dünyada Hollanda misafirperver, hoşgörülü ve uzlaşmacı bir ülke konumundan hızla hoşgörüsüz, kapalı ve ırkçı bir ülke konumuna doğru sürüklenecektir. Özellikle göç ve mülteciler konusundaki politikaları bakımından Avrupa içinde ve dünyada merhametsiz bir ülke olarak anılacaktır.

Artık küreselleşen dünyada şunu kabul etmeliyiz ki, ülke içi sorunlar ve gerginlikler hızla uluslararası bir bozulmaya yol açtığı gibi, uluslararası krizler de ülke içi gerginlikleri körüklemektedir. Son yaşanan Hollanda-Türkiye krizi bunun tipik bir örneğidir. Yakın zamanlara kadar politik anlamda hiçbir rolü olmayan Avrupalı Türkler, kendi ülkelerinde seçme ve seçilme imkânına kavuştuktan sonra “politik” bir varlık olarak önemli bir hale gelmişlerdir. Bu aşamadan sonra birden Hollandalı veya Avrupalı Türkler iki farklı ülkenin (geldikleri ve yaşadıkları ülkeler) birbirinden kıskandığı, iki farklı ülkenin aidiyet ve sadakat beklediği yurttaşlar olmuşlardır. Ama durum ne olursa olsun, bu fazla ilgi onların konumunu güçlendirmek yerine onlara zarar vermektedir.

KRİZ, ULUS DEVLETİN KRİZİ

Ulus devlet, yurttaşlarından sadece kendisine aidiyet ve sadakat duyulmasını talep etmektedir. Çifte vatandaş ve çifte kimlik sahibi olan göçmenler ve azınlıklar “ya sev ya terket” politikalarına maruz kalmakta ve değişen, küreselleşen ve çokkültürlüleşen bir dünyada ulus devletlerin tavırlarını anlamakta zorlanmaktadır. Bu bakımdan Hollanda-Türkiye krizi, esasında ulus devletin bir krizidir.

Ulus devlet projesi, yeni gerçekliği karşılamada ve pozisyonlandırmada yetersiz kalmaktadır. Yeni gerçekliğe kendini ve yasaları uydurmak yerine, sınır-ötesi bir kimlik ve zihniyete sahip olan göçmenleri kendi sınırlarına mahkûm etmek istemektedir. Hollanda Başbakanı Rutte’nın ocak ayında gazetelere gönderdiği açık mektup bu perspektiften okunmalıdır. Rutte, “Tüm Hollandalılara” diye başlayan yazısında “Ya normal davran ya da defol git” (de Volkskrant, 23 Ocak) demektedir. Açıktır ki bu mesaj, göçmen kökenli olup Hollanda toplumunun ve siyasetinin ideal beklentilerine göre davranmayan ve dolayısıyla “anormal” ilan edilen göçmenlere yönelik bir tehdittir.

[Prof. Dr. Kadir Canatan, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi Öğretim Üyesidir]