Avrupa'nın diaspora yanılgısı
Türkiye diasporasının rekor oy oranı ile 16 Nisan referandumuna katılım sağlamalarını sadece oy verme süreçlerinin kolaylaştırılması argümanı izah etmek ile mümkün değildir...
16 Nisan referandumunda yüksek oranda katılım gösteren Türkiye diasporası, 57 ülkede kurulan 3 bin 210 sandıkta oy kullandı. 1 milyon 424 bin 227 seçmenin oy kullandığı referandumda yüzde 48,2'lik katılım oranı ile rekor kıran diasporanın oy tercihleri 831 bin 208 ‘evet’ (yüzde 59,09), 575 bin 365 ‘hayır’ (yüzde 40,91) şeklinde gerçekleşti.
Diasporanın seçimlere katılım oranındaki artışı, oy verme imkanlarının giderek daha kolaylaştırılması (yurt dışı seçmen kütüğüne kayıtlı seçmenlerin yurt dışında diledikleri temsilcilikte oy kullanma hakkının sağlanması gibi), seçmenlerin geçen sürede deneyim ve alışkanlık kazanmaları ile açıklamak mümkünse de asıl belirleyici olanın Batılı devlet ve medya kuruluşlarının tavırları olduğu söylenebilir.
DİASPORANIN İÇ SİYASETE İLGİSİ
Türkiye diasporasının Türkiye iç siyasetine olan ilgisi düzenli olarak artış göstermiştir. Söz konusu artışta, oy verme sürecindeki teknik engellerin birbiri ardına kaldırılmasının önemli bir rolü olsa da bunun tek başına belirleyici olamayacağını söylemek gerekir. Dünyadaki benzer örneklere göz attığımızda, sözgelimi Avrupa Birliği (AB) ülkeleri vatandaşlarının 2014 yılında gerçekleştirilen Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerine katılım oranlarının bile ancak yüzde 43’e erişebildiğini görüyoruz. Hatta Slovakya’da bu oran yüzde 13 olarak gerçekleşmiştir.
Kaldı ki AP seçimlerinde, Türkiye konusunda gündeme geldiği haliyle, ülke dışında organizasyon yapma gibi teknik zorlukların bulunmadığı da hesaba katılmalı. Öte yandan 16 Nisan referandumunda Hollanda ve Almanya gibi ülkelerde ‘evet’ kampanyasının açıkça engellenmesi gibi durumlar da dikkate alındığında, Türkiye diasporasının rekor oy oranı ile 16 Nisan referandumuna katılım sağlamalarını sadece oy verme süreçlerinin kolaylaştırılması argümanı izah etmenin yetersizliği anlaşılmaktadır.
Batılı devletler ve bazı medya organlarının 2010 yılında ‘eksen kayması’ söylemi ile başlayan ve giderek güçlenen bir gündemi takip ettikleri görülüyor. Sözü edilen gündemin son halkası ise 15 Temmuz darbe girişiminin ardından bu çevrelerin benimsediği tavırlar. Batılı karar alıcıların medya desteği ile geliştirdikleri, darbenin ‘Avrupa değerleri’ olarak lanse edilen demokrasi ve insan hakları karşısındaki savunulamaz konumunu hızlıca geçiştirme tavrı ve akabinde darbeye maruz kalanların önlem ve tepkilerini merkeze alarak, ‘Erdoğan diktatörlüğe gidiyor’ şeklindeki yaklaşımları, Türkiye’de olduğundan çok daha fazla diasporada tepki çekti. 2010 yılındaki ‘eksen kayması’ tartışmalarından çok fazla etkilenmişe benzemeyen diasporadaki Türkiyeli seçmenlerin, 2013 yılındaki Gezi olaylarında Batılı çevrelerin konum alışlarıyla farkındalık geliştirdikleri söylenebilir. Bu minvalde, 2014 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılımın yüzde 19 olarak beklenilenin altında kalmasını teknik engellerin varlığına bağlamak mümkünse de, bu orana ulaşılabilmesinde dahi diasporadaki bilinç artışının belirleyici olduğu ifade edilebilir.
AVRUPA'NIN REFERANDUMDA TARAF OLMASI
Batılı devletlerin ve medyalarının referandum sürecine taraf tutarak dahil olmalarının yanı sıra Cumhurbaşkanı Erdoğan odaklı tutumları, taraflı tarafsız birçok siyasi analistin yorumlarına göre hesaplananın aksine ‘evet’ oylarına hatırı sayılır bir katkı yapmıştır. Tarih boyunca diaspora topluluklarının -asimile olmamışlarsa- köken ülkeye, o coğrafyada yaşayanlardan çok daha güçlü bir aidiyet hissi taşıdıklarını bilinen bir olgu. Referandum sonuçlarına yurt dışı oylarının katkısı, bu durumun Batılılarca iyi hesap edilmediğini açıkça gösteriyor. Özellikle Hollanda ile yaşanan gerilimin sadece bu ülkede yaşayan Türkiyelileri değil tüm diasporayı derinden etkilediğini belirtmek gerekir. İsviçre, Avusturya, Almanya, Hollanda medyasının da birbiri ardına Türkçe yayınlarla ‘hayır’ kampanyasına destek olma çabaları sadece karşıt görüştekileri rahatsız etmekle kalmamış, farklı bir gerekçe ile ‘hayır’ kanadının da serzenişte bulunmasına yol açmıştır.
Batılı karar alıcıların bu siyasal öngörüsüzlüklerinin en önemli nedeni, Türkiye siyasetinde kendilerine yakın olduğunu düşündükleri çevrelerin Batı dünyasında yaşayan fikirsel ve organik izdüşümleri ile FETÖ ve PKK gibi terör örgütlerinin Türkiye hakkında oluşturdukları sanal kurguların gerçekliğe tekabül ettiği yanılgısıdır. Böylelikle Batılı siyasetçiler gerçeklikten uzak yaklaşımlarla Türkiye ile göz hizasında, ortak menfaatler çerçevesinde ilişki kuramaz duruma düşmüşlerdir. Bu irrasyonel ve açıkça kendi ahlaki ve siyasi pozisyonlarına zarar veren tutumlara yönelik kendi içlerinden cılız itirazlar yapılmışsa da reel dünyadan kopuk siyaset dünyasının sınırlarından kurtulamamışlardır.
Sonuç olarak Batılı devletler ve medya temsilcileri yalnızca insan hakları ve demokrasi gibi değerleri zedelemekle kalmamış, aynı zamanda yüzyıllardır Doğulu halklar için uygun gördükleri despot/fanatik/akıldışı gibi sıfatların muhatapları olma konumuna sürüklenmişlerdir. Batılı karar alıcılar referandumda taraf tutmak suretiyle karşı tarafın tepkisinin sandığa yansıyacağını hesap etmeyerek bilimsellikten uzak bir tutum takınmışlardır.
DİASPORAYA KİM ZARAR VERİYOR?
Gerek Türkiye içinde ve gerekse Batı'da tedavüle sokulan bir argümana göre Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın diasporada yaşayan Türkiyelileri galeyana getirdiği ve bunun sonucunda ortamın gerildiği iddia edilmektedir. Daha ileri giderek bu iddia sahipleri, Cumhurbaşkanı Erdoğan yüzünden özellikle Avrupa’daki Türkiye kökenlilerin hayatlarının zorlaştığını öne sürmektedirler. İşin özünü kaçırdığı açık olan bu türden iddiaları dillendirenlerin, Batılıların, Türkiye ve Erdoğan karşıtlığının sanki referandum süreci ile birlikte başladığı ön yargısını kabul ettirmeye çalıştıkları akıldan çıkarılmamalı.
2010 yılından itibaren özellikle Avrupa’da giderek yükselen tansiyon nedeniyle Türkiye diasporasının zarar görmesinin başlıca sorumlusu Avrupalı karar alıcılardır. Başta Almanya olmak üzere Avrupalı siyasetçilerin medya desteğiyle, Türkiye ve Erdoğan karşıtlığını gündemlerinin en önemli meselesi haline getirmelerinin iki önemli sebebi bulunmaktadır:
Birincisi, genelde Batı’da, özelde Avrupa’da çok etkili bir aşırı sağcı dalganın varlığı ve etkisi gözden kaçırılmaya çalışılmaktadır. Batı dünyası için konjonktürel olmaktan çok, yapısal bir sorun olan ‘öteki’ ile barışçıl bir ortak yaşam sürdürememe hastalığı, refah ve bolluk dönemlerinin geçtiği zamanlarda güçlü bir şekilde yeniden ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle, 2008 ekonomik krizine kalıcı cevaplar üretememiş olan Batılı karar alıcılara, sorumluluğu üstlenerek ırkçılık hastalığını tedavi etmek yerine Türk ve Müslümanları ötekileştirmek daha kolay görünmektedir. Aşırı sağcı, Neo-Nazi çevrelere göz yumulan, bunun da ötesinde askeri istihbarat ile aşırı sağcı çevrelerin içli dışlı oldukları, kamuoyuna yansımayan diğer muhtemel derin devlet faaliyetlerinin yürütüldüğü şüphesinin olduğu yerde Türkiye diasporasının huzurlu bir hayat sürmesinin mümkün olamayacağı açıktır.
AŞIRI SAĞA MEŞRUİYET ALANI
İkinci olarak Batılı devletlerin medya organlarını da yönlendirerek Türkiye diasporasını ‘terbiye etme’ çabalarını da unutmamak gerekir. Bir yandan Erdoğan taraftarlarının Avrupa’yı terk etmeleri istenirken, öte yandan ifade ve düşünce özgürlüğü konularında Türkiye’yi sorgulama çabaları izahı mümkün olmayan bir tutarsızlığı ortaya koymuştur. Bu açığın kendileri de farkında olacaklar ki, ‘Erdoğan’ ve ‘diktatörlük’ ifadeleri her fırsatta yanyana getirilmeye çalışılmaktadır. Tıpkı İslam ile terör kavramlarının birbiri ardına kullanımı suretiyle yürütülen algı operasyonu gibi, doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a yöneltilen suçlamalarla onu destekleyen milyonlarca diaspora üyesinin bastıkları zeminin kayganlaştırılması amaçlanmaktadır. Kısa vadede hem iç hem de dış siyaset açısından oldukça kullanışlı görünen bu tutumun orta ve uzun vadede aşırı sağcı cenahlara büyük bir ‘meşruiyet alanı’ yarattığı ısrarla görmezden gelinmektedir.
Önümüzdeki süreçte Türkiye’nin muhataplarının önünde iki seçenek bulunuyor. Bunlardan birincisi karşılıklı çıkarları dikkate alan pozitif bir diplomasi, diğeri de 2010’dan beri sürdürmeye çalıştıkları, Türkiye’nin yeni konumunu kabullenmeme üzerine kurulu, her iki tarafa da zarar verecek negatif diplomasi.
Türkiye açısından bakıldığında, ‘Yeni Türkiye’ söyleminin altını dolduracak bir siyasetten geriye dönüşün söz konusu olamayacağı rahatlıkla ifade edilebilir. Bu durumda, Batılı güçlerin pozitif diplomasiyi seçmeleri halinde ilişkilerin eskisinden daha iyi olacağını öngörmek mümkündür. Fakat negatif diplomasi seçeneğinin tercih edilmesi durumunda ise Türkiye’nin izleyeceği en isabetli politikalardan biri, diasporanın Türkiye iç siyasetine yönelik artan ilgisini bu kesim ile ilişkilerini güçlendirip tahkim etmenin bir imkanı olarak görmektir.
[Avusturya ve Almanya iç siyaseti alanında uzmanlaşan Kazım Keskin halen Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde doktora çalışmasına devam etmektedir]