ABD için 'karar anı'
2011’den bu yana Ortadoğu’dan çekilen ve Suriye gibi olaylarda çözümsüzlüğü bir yöntem olarak benimseyen ABD’nin bu tavrı, çok ülkenin canını acıttı.
ABD ve Türkiye yaklaşık yetmiş yıldır müttefik. Adına zaman zaman 'stratejik ilişki' dedik, zaman zaman 'model ortaklık'. Bu uzun süre zarfında inişler çıkışlar oldu. Ama bugün geldiğimiz noktada, yetmiş yılın en derin iki krizinden biri yaşanıyor. İlki altmışlı yıllarda yaşanmıştı. Amerikan Başkanı Lyndon Johnson Kıbrıs meselesi üzerine İnönü’ye bir mektup göndermiş ve Türkiye’yi tehdit etmişti. Eğer Kıbrıs’ta başına buyruk hareket ederseniz biz de Türkiye’yi Sovyetler’e karşı koruma sorumluluğumuzu göz ardı ederiz demişti. O dönem gerilen ilişkilerin tekrar düzelmesi seksenli yılları bulmuştu. Doksanlarda Çekiç Güç meselesi yüzünden Türk-Amerikan ilişkilerinde sorun yaşansa da, bugün yaşanan kadar derin bir kriz haline dönüşmemişti.
2011’den bu yana Ortadoğu’dan çekilen ve Suriye gibi olaylarda çözümsüzlüğü bir yöntem olarak benimseyen ABD’nin bu tavrı, çok ülkenin canını acıttı. Klasik müttefiklerinin hepsi bundan zararlar gördü. Ama sonuçları Türkiye için çok daha ağır oldu: Güney sınırları istikrarsızlaştı. İki komşusu iç savaşa ve vekâlet savaşlarına sürüklendi. Buralarda doğan terör örgütleri Türkiye’ye saldırdı. Ankara her ne kadar müttefiki ABD’yi Ortadoğu’da bir düzen kurmaya ve bu karmaşa ile mücadeleye ikna etmeye çalıştıysa da, ABD bunu göz ardı etmenin bir yolunu hep buldu. Çünkü Obama yönetimi başından beri, müttefiklerinin zarar görmesini kendi kârı olarak bildi.
Hâlbuki Obama yönetimi, Bush sonrasında Ortadoğu’da bayraklarla karşılanmıştı. Barış ve istikrar için büyük bir şans olarak görülmüştü. Obama hiçbir şey yapmadan Nobel Barış ödülü almıştı. Beklenti yüksekti. Yumuşak ve yapıcı konuşuyordu çünkü. Mısır’da ve Türkiye’de yaptığı konuşmalarda barış sözü veriyor, içselleştirici bir dil kullanıyordu. Fakat öyle olmadı; Obama’nın Ortadoğu’ya verdiği zarar ve mâl olduğu can kaybı Bush dönemini de geçti.
Eğer sadece iç savaşlar olsa belki bu kadar can sıkıcı olmazdı, ama bu savaşlar maalesef birer vekâlet savaşı haline dönüştü. İran ve Rusya’nın zaten bu tür bir mücadele yürüttüğünü biliyorduk ama benzer bir yöntemi ABD kendi müttefiklerine karşı benimseyince işler değişti. Obama Türkmen ve Arap muhaliflere karşı Rusya’yı, Türkiye’ye karşı da PYD’yi vekil tayin etti. Rusya Halep’e kadar yürürken ve ABD’nin destek veriyormuş gibi göründüğü muhalifleri vururken, Obama yönetimi bunları görmezden geldi. Türkiye’ye karşı ise PYD’yi bir kaldıraç olarak kullandı.
Bugün herkes soruyor, ABD bu savaşta neden PYD’yi tercih etti diye. Aslında cevap basit: ABD PYD’yi stratejik anlamda çözümsüzlüğün sürdürülmesinde en kullanışlı aktör olarak gördüğü için tercih etti. Asıl amaç, bir tarafın tek başına Suriye iç savaşında galip gelmesini engellemek. Suriye’deki Kürt nüfus, bugün PYD işgali altında olan bölgede dahi yüzde yirmilik azınlığa karşılık gelir. Eğer aynı Amerikan desteği, çoğunluk olan Araplara verilmiş olsaydı, Araplar tek başına bütün coğrafyayı sorunsuzca kontrol edebilir ve güçlendiğinde ABD’den de bağımsız hareket edebilirdi. Fakat nüfusu bu coğrafyayı Amerikan desteği olmadan kontrol etmekte yetersiz olan PYD, her halükarda ABD’ye bağımlı kalacaktır. Aslında PYD ABD tarafından en az iddialı grup olduğu için tercih edilmiştir.
PYD havadan çok yoğun Amerikan desteği aldı; silahlandırıldı; eğitim verildi. Yapılan tahminlere göre 40 bin civarında bir güce ulaştı. İlk başlarda PYD’ye verilen destek bir denge mekanizmasının parçası gibi kurgulanmıştı. Türkiye ve ÖSO’ya karşı bir kaldıraç haline getirilmek istenmişti. Özellikle Türkiye-Rusya arasındaki gerilim yükseldiği andan itibaren, PYD kendisine yayılmak için oldukça uygun bir ortam buldu. Amerikalıların bile beklentisinin üzerine çıktı. Böyle olunca Amerikalılar PYD’yi Rakka yürüyüşünde bir kara gücü olarak sunmaya ve desteklerini artırmaya karar verdiler.
Bugün Amerikan tarafından gelen açıklamalara bakarsanız, ABD PYD’yi desteklemektedir, çünkü 'Rakka’ya yürüyebilecek tek güç onlardır'. Böyle bir iddiayı üretmeye çalışabilirsiniz, fakat Suriye’deki süreci az buçuk izlemiş kimseler için bu iddianın inandırıcı hiçbir tarafı yoktur. Sözüm ona ABD PYD’yi desteklemeye Kobani sonrasında karar vermiş. Öncelikle şunu söylemek lazım: ABD Kobani’den önce de PYD’ye destek veriyordu. Hatta hatırlayın, Türkiye üzerine son derece ağır bir baskı kurulmuştu o tarihlerde. Hâlbuki Türkiye PYD’yi bir ulusal güvenlik sorunu olarak görüyordu. Ama Amerikalılar Türkiye’nin PYD’ye yardım etmesini istiyordu. Ne için? Bildiğimiz hiçbir mantıklı gerekçe yok. Türkiye sadece DEAŞ’tan değil, kendi sınırlarına yakın tüm terör örgütlerinden tehdit hisseden bir ülke. Ama Amerikalı dostlarımız Türkiye’nin onların önceliklerine göre hareket ederek, kırk yıldır çatıştığı bir terör örgütü ile beraber hareket etmesini talep ediyordu. Bunun savunulur bir tarafı yoktu. Fakat Türkiye’nin üzerinde öylesine yoğun baskılar kuruldu ki bugün bile hatırlayınca hayretler içinde kalıyoruz. Birileri Türkiye’nin DEAŞ’ı desteklediği iddiasını bile açık açık seslendirdi. Türkiye’nin DEAŞ’tan petrol aldığı yalanı tüm uluslararası kamuoyunda yayıldı. Fakat nedense aynı Türkiye, DEAŞ’ın terör saldırılarına uğramasına rağmen, müttefikleri tarafından yalnız bırakıldı.
Ama Ankara yılmadı. Müttefiklerine sürekli yeni ve makul tekliflerle gitti. Güvenli bölge bunlardan biriydi. Fakat Amerikalılar bu teklifi sürekli göz ardı etti. Ciddiye bile almadı. Suriye’den Türkiye’ye göçmen akını ve terör saldırıları olurken üç maymunu oynadı. Uçuşa yasak bölge ilan etmekten özellikle kaçındı. Kitle imha silahlarının kullanılmış olmasını bile göz ardı etti. Sonra eğit-donat programı gündeme geldi. Sözüm ona Suriyeli muhalif gruplar eğitilecekti. Amerikan yönetimi işi sürekli yokuşa sürdü. Her savaşçıyı ‘cihatçılık’la suçladı. İpe un serdi. Aylar yılları kovaladı, doğru düzgün bir kuvvet eğitilemedi. Günün sonunda ABD’nin, eğit-donatı bir oyalama taktiği olarak benimsediği ortaya çıktı.
Diğer yandan PYD Amerikan desteğiyle sürekli ilerledi. Nedense PYD güneydeki DEAŞ’a doğru değil, batıya doğru ilerledi. Rakka’ya gitmek yerine, Fırat’ın batısına geçmeye çalıştı. Türkiye sert uyarılarda bulunduğunda, Münbiç’in Rakka yolunda stratejik konuma sahip bir merkez olduğu iddiası seslendirildi. Suriye haritasına şöyle kabaca bakan hiç kimse, Münbiç’in Rakka için gerekli bir ön basamak olduğu saçmalığına inanmaz. Münbiç’in tek değeri, Afrin’i diğer PYD işgalindeki bölgeyle birleştirebilecek olmasıdır. Diyelim ki gerçekten öyle; Münbiç Rakka için gerekli. Tel Rıfat da mı öyle? Fırat Kalkanı sırasında PYD sürekli buradan Münbiç’e doğru birleşmeye çalışırken, DEAŞ’la savaşmayı mı düşünüyordu? Tabii ki hayır. Bunların asıl hedefi Türkiye’nin güneye doğru inmesini engellemek ve PYD’nin batıya doğru gitmesini sağlamaktı.
Şimdilerde Amerikalılar Rakka’dan başka bir şey görmez oldu. Sanki Rakka temizlenirse DEAŞ bitecekmiş gibi konuşuyorlar. Hâlbuki azıcık geçmişe baksalar, şehir temizlemekle terörün bitmeyeceğini ve savaşın kazanılamayacağını görecekler. Kabil temizlendi; terör Bağdat’a gitti. Bağdat temizlendi; terör Tikrit ve Felluce’ye gitti. Oralar temizlendiğinde ise Rakka’ya gitti. Rakka sonrası da muhakkak başka bir yere gidecek.
Bölge dinamiklerini göz ardı eden ve bir şehre odaklanan tüm bu operasyonlar, günün sonunda etki üretmekte başarısız oldu. Ama ABD’nin Ortadoğu siyaseti yok. Amerikalı bürokratların Obama döneminden kalma küçük bürokratik hedefleri var. Obama gitti ama bürokratları görevde. CENTCOM ve Pentagon, siyasi iradenin yokluğunda, askeri hedeflerden başını kaldıramıyor. Trump kapsamlı bir güvenlik ve dış politika stratejisine sahip olamadığı için, bir Suriye stratejisi de yok. Bu nedenle de Obama’nın bürokratları bildiğini okuyor. ABD’yi siyasal hedefi olmayan bir mücadelenin içine sokuyorlar.
Türkiye’nin Trump’a dair bir beklentisi vardı. En azından yeni bir sayfa açılabilirdi. Bütün konular yeniden ele alınabilirdi. Ancak Trump’ın imzaladığı PYD’ye destek kararı, bu müzakerenin önünü kapatacak gibi. Cumhurbaşkanı Erdoğan diplomasiye son bir şans vererek gezisini iptal etmedi. Kendisinin Trump ile görüşmesini engellemek isteyen tüm odaklara rağmen, Washington ziyaretini yapacağını söyledi. Şimdi bu işe bir nokta konulacak. Amerikan siyaseti karar verecek, tercih yapacak.
Amerikalılar diyor ki, Rakka’ya gidebilecek tek güç PYD. Hayır tabii ki doğru değil. Türkiye açık bir biçimde ABD’ye teklif etti: Madem öyle, bırakın teröre destek vermeyi; beraber yürüyelim Rakka’ya. Düzenli ordularla girelim. Türkiye’nin desteği PYD’den daha mı azdır? Türkiye’ye rağmen Suriye’de çözüm bulunabilir mi? PYD tek başına bu coğrafyayı tutabilir mi? Sünni Araplar kabul edecek mi? Bunlar PYD bölgesine saldırmayacak mı? Türkiye dışarıda bırakılacak olursa, PYD güneye doğru güvenle ilerleyebilir mi? İlerlese bile Rakka’yı temizlemek yetecek mi? Rakka böyle temizlenebilecek mi? Musul bile bu kadar adam yutarken, Rakka kolay olur mu? Beş bin Amerikan askeri on bine çıkar mı? Daha da artar mı? Amerikan askerleri ölmeye başlarsa, doğru düzgün bir operasyon başlatılmadığı için Rakka bir bataklığa dönüşür mü? Sonra ABD o zaman Türkiye’den işbirliği talebinde bulunur mu? Türkiye bu talebe olumlu yanıt verir mi? Erdoğan bu soruların hepsini Trump’a soracak ve kendi açısından cevaplarını da verecek. Sonra karar Trump’ın: Kendi dış politikasını mı kuracak, yoksa savunma bürokrasisinin dar çıkarlarına mı hapsolacak? Hep beraber göreceğiz.